Hakkımda

Fotoğrafım
ENAG(Enflasyon Araştırma Grubu) kurucu üyesi,Msc. Bankacılık ve Finans, Planlama Mühendisi,PMI® (Project Management Institute Member), Mühendisler için Python Programlama ve Uygulamalari kitabının yazarı. "Rusya’nın buzullarından, Güney Asya’nın tropikal iklimlerinden, Körfez ülkelerinin çöllerinden geçmiş bir ‘Dünyalı’…"

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Zamanın Ötesinde

 Seçkilerim bellidir benim.

Bir roman okuyacaksam Dostoyevski’ye giderim; ruhumun mağaralarındaki tınıları alırım ondan.

Bir şair arıyorsam Orhan Veli girer düşler âlemime; insanın her hâlini şeytani bir gerçeklikle anlatır.

Bir öykü okumak istediğimde elim hep Zweig’e gider; aynalar kurar, kısa öykülerinde ömürlük sahneler verir.

Yeniden varoluşun, her şeyi baştan yapma ateşinin eşiğindeysem, ellerim titreyerek Nietzsche’ye giderim; çünkü insanoğlunun en büyük haritası ondadır.

İktisadi bir değerlendirme yapmak istediğimde ise her şey Marx’a dairdir. Zamanının kısıtlı bilgi imkânlarında bile, kapital düzenin en yetkin eleştirisini insanlığın en derin hâlleriyle harmanlamıştır.

Ve ruhumun en gizli çağrısında hep Hallac-ı Mansur vardır.

İnsanın her hâlinde, boğanın boynuzlarından tutup onu sanata, felsefeye, ekonomiye, edebiyata döndürme iradesi hep aynı düzlemdedir.

Dualite düzleminde döngü hep böyle işlemiştir; zamanının ötesinde olanları anlamak asırlar sürer.

Bu dönemde de biri yaşadı; gördü, yazdı, çizdi, kimi zaman yırttı attı. Bu ülkenin doğaya aykırı entropisinde, hayatı en fazla bir Zeki Demirkubuz yeraltı filmi kadardı.

Ülkesinde söylenmemesi gerekenleri söyledi; bazen alevlendi, bazen öfkelendi, bazen sevdi bu acı melodramını.

Bu diyarda yaşayan olmak için insanın başına en acınası hallerin en beteri gelmelidir. Gelir de…

Seçkisi, kültürü olmayan, burada yazılanların yüzde birini bile anlayamayacak olan insanların distopyasında insan zaten acınacak hâle düşer.

En acınası hallerin yerini, gücün takdiri üzerine kurulu bir anlayış alır.

Ve bu coğrafyanın en gerçekçi hâli bugün yaşadığımız distopyanın yaratıcısıdır: istibdat düzeni.

En korkulan hâller güçten doğar. Bu yüzden öngörülü insanlar hep öldükten sonra sevilir; o da vicdani mastürbasyonun bir biçimidir bu toplumun...

Bundan üretilene de siyaset denir, günah çıkarma ayinleri düzenlenir: haftalık grup toplantıları, büyük komisyonlar… Hepsi, bu acınası insanların daha da dibe çekilmesi içindir.

En rezil hayat, en pahalı şekilde yaşatılır; hiçbir şey öğretmeyen eğitim kurumları, sağlıktan faydalanilamayan sağlık kurumları, yüz binlerce lira harcatır. Buna da toplum düzeni denir.

Sorgulamayan bu acınası insanlar, neden en pahalı şekilde en rezil hayatı yaşadığını anlamaz.

Devlet kutsaldır, eleştirmek yasaktır; istibdat düzeni, küçük zümrelerin rahatını bozmadan, medyasıyla, siyasetçisiyle, bürokratıyla, hukukçusuyla sahte bir meşruiyet üretir.

Ve tüm toplum bilir: bu göklerden gelen kararlar, kâğıttan bir düzenin kararlarıdır.

Ama yine de sürer.

Çünkü burada artık yazılanı anlayabilecek kapasite neredeyse kalmamıştır. Anlayanlarda düzenin riske girmemesi için herşeyi yapacak haldedir.

Sonuç olarak Gogol’un hayalindeki İspanya Krallığı’ndan selam olsun; güzel günler hâlâ bir yerlerde saklıdır...


1 Ağustos 2025 Cuma

Medeniyetin Aynasından

 Bir şeyler çözülüyor içimizde, ama kimse neyin koptuğunu tam olarak söyleyemiyor.

Sanki tüm insanlık, kendini büyük bir oyunun içinde tutuyormuş gibi yapıyor; rollerini ezberlemiş, cümlelerini biliyor ama gözlerinin içi boş. Herkes yerli yerinde ama hiçbir şey yerinde değil.

Bazen bu düzenin içinde kendimi bir iskeledeymişim gibi hissediyorum; dalgalar küçük ama yıpratıcı, ne yana dönsem denge bozulacak gibi. Kimse düşmüyor ama kimse gerçekten yürümüyor da.

Yürümek, artık ilerlemek değil çünkü. Sadece durmaksızın hareket etmek.

Nereye gittiğimizi bilmeden...

Neye dönüştüğümüzü konuşmadan...

Yorgun bir çağın içindeyiz.

Herkes bir şeyler yapıyor ama kimse bir şey inşa etmiyor.

Tüketiyoruz ama doymuyoruz.

İletişim içindeyiz ama bağ kurmuyoruz.

Hızlıyız ama yönsüz.

Küçükken “medeniyet” kelimesini duyduğumda aklıma kitaplar, köprüler, meydanlar gelirdi. Şimdi düşündüğümde sadece bir yorgunluk geliyor içime.

Belki de artık medeniyet, yapılardan çok boşlukla ilgili.

İnsanın içinde açılan o görünmeyen çukurla.

Kimsenin görmediği ama herkesin taşıdığı o eksiklik hissiyle.

Modern insanın sırtındaki yük görünmez artık: Başarılı olmak zorundasın, özgün olmak zorundasın, sürekli üretmek zorundasın. Ama bir yandan da kimseyi rahatsız etmemelisin, konforu bozmamalısın.

Kendin gibi ol, ama yalnızca sistemin izin verdiği kadarıyla.

Bu ikilem bir çürüme yaratıyor.

Ve bu çürüme dışarıdan değil, içeriden geliyor.

Çünkü bugünün medeniyeti, en çok da insanın kendisini kopyalaması üzerine kurulu.

Yapay zekâdan önce kendi zekâmızı otomatikleştirdik.

Hissedeceksek bile “doğru şekilde” hissetmeliyiz.

Üzülüyorsak bile algoritmalar bunu analiz edebilmeli.

Kızgınsak bile estetik olmalı.

Çünkü her şey bir “görüntü” meselesi artık.

Gerçek olan, gösterilebilen kadar var.

Ama ben burada bir boşluk arıyorum.

Bir aralık.

Bir çatlak.

İçinden rüzgâr geçen bir kelime.

Yapay olmayan bir duraksama.

Biriyle göz göze gelince sustuğum anın hakikati.

İşte orada hâlâ insanım.

Kafamın içinde buhranlar dönerken bile üretmeye zorlayan bir çağ bu.

Sistem öyle inşa edilmiş ki; kendini sorgulayan her birey sisteme zarar veriyor gibi hissediyor.

Ama asıl zarar susanlarda, kabul edenlerde, otomatiğe bağlananlarda.

Asıl bozulma, “Bu böyledir” diyebildiğimiz an başlıyor.

Bütün bu tarih, bu ekonomi, bu teknoloji anlatılarının ortasında kendi yerimi sorgularken, hissediyorum:

Ben ne yalnızca bir çağın mağduruyum, ne de kahramanı.

Ben bu çağın tanığıyım.

Kendini medeniyet sanan bir yorgunluğun içinden geçerken, hâlâ içimde bir çocuk sesi var:

“Sahi, bu muydu?”

“Sadece bu mu olacak?”

Cevap vermek istemiyorum artık.

Çünkü bazen en hakiki cümle, kurulmamış olan.

En insani duruş, bir anlığına bile olsa durabilmek.

Ve belki de bu yüzden yazıyorum.

Yıkılmakta olan bir kalede, duvarların arasına notlar sıkıştırır gibi.

Geleceğin gerçekten geleceğine inanmak için değil...

Bu çağda hâlâ insan kalabildiğimi kendime hatırlatmak için.


14 Temmuz 2025 Pazartesi

Spekülatif Opsiyonların Yükselişi ve Yeni Finansal Gerçeklik

Bugünün küresel piyasalarında artık yalnızca ekonomik göstergelerden, bilanço verilerinden ya da merkez bankası açıklamalarından söz etmek yeterli değil. Zira içinde yaşadığımız çağda değer dediğimiz kavram, giderek daha soyut, daha geçici ve daha manipülasyona açık bir forma bürünüyor. Özellikle teknoloji hisseleri, kripto paralar ve ani emtia sıçramaları gibi spekülatif opsiyonlar, yalnızca yatırım alanları değil, aynı zamanda çağın zihinsel durumunu ve ekonomik tahayyülünü temsil ediyor.

Artık klasik ekonomi kitaplarında anlatılan “rasyonel aktör” miti çökmüş durumda. Yerini, algoritmaların yönlendirdiği davranışsal kalıplar, sosyal medya tarafından kurgulanan kolektif heyecanlar ve devasa veri setleri üzerinde çalışan yapay zekâların şekillendirdiği bir fiyatlama rejimi aldı. Bu rejim, üretim-tüketim dengesine değil, hikâyeye ve hız faktörüne yatırım yapıyor. Hatta öyle ki, bazen bu spekülatif çerçevenin kendisi, gerçek ekonomiyi belirleyen temel unsur haline geliyor.

Bugün bir kripto paranın ya da meme-hissenin fiyatı, onun ekonomik faydasından veya kurumsal yapısından çok, çevresindeki anlatının gücüyle belirleniyor. Elon Musk'ın tek bir tweet’iyle milyarlarca dolarlık piyasa değeri hareket ettirilebiliyor. Değerin bir üretim süreciyle değil, ani bir kültürel coşku veya panik dalgasıyla belirlendiği bu düzlemde, ekonominin kuralları değil, kitlenin psikolojisi söz sahibi oluyor.

Bu da bizi aslında çok daha temel bir noktaya götürüyor: Spekülasyonun yalnızca ekonomik bir araç değil, aynı zamanda bir tür çağsal ideoloji olduğu gerçeğine. Bugünün spekülatif yatırım araçları, sadece yatırımcının risk iştahını değil, aynı zamanda sistemin kendi iç çelişkilerini, sınıfsal dönüşümleri ve giderek artan gelir eşitsizliğini de temsil ediyor. Zira yüksek volatiliteye sahip piyasalarda kazananlar genellikle bilgiye, teknolojiye ve hızlı sermayeye erişimi olan kesimler. Kaybedenler ise yavaş kalanlar, geç gelenler, anlamayanlar oluyor.

Bu süreçte ekonomi bir tür simülakr ekonomiye dönüşüyor. Jean Baudrillard’ın "gerçekliğin yerine geçen imgeler" tezini anımsatırcasına, finansal varlıkların değeri artık onları temsil ettikleri reel karşılıklardan kopuyor. Bir hisse senedi, o şirketin performansını değil; gelecekteki potansiyelini, anlatı kabiliyetini ve sosyal medya yankısını yansıtıyor. Kripto varlıklar ise tamamen kurgusal bir evrende, merkeziyetsizlik mitiyle örtülmüş bir güven oyunu üzerinden değerleniyor.

Burada ilginç bir çelişki doğuyor: Bir yandan merkez bankaları hâlâ enflasyonla mücadele, faiz kararları ve para politikası gibi klasik araçlarıyla sistemi kontrol etmeye çalışıyor. Öte yandan ise piyasanın ruhu, çok daha kaotik, anlık ve algoritmik bir zeminde dolaşıyor. Finansal sistemin kendi içindeki bu ikilik, geleceğe dair öngörüleri neredeyse imkânsız hale getiriyor.

Artık sermaye sadece birikmiş emek değil; hikâyeye dönüşme kapasitesidir. Bu hikâyeyi kim daha hızlı, daha etkileyici ve daha yaygın anlatırsa; değeri o belirliyor. Dolayısıyla yatırımcının bir analistten çok bir senarist, bir pazarlamacıdan çok bir fenomen izleyici olması gerekiyor. “Değerli olan nedir?” sorusunun cevabı, üretimden değil, anlatıdan geçiyor. Bu da finansı klasik rasyonalite zemininden çıkarıp, post-truth çağın bir oyunu haline getiriyor.

Bu tablo hafife alınacak bir gerçeklik değil. Zira sistemin temellerinde bir yerlerde sessizce büyüyen bu spekülatif yapı, sadece finansal kırılganlık yaratmakla kalmıyor; aynı zamanda gelecekteki ekonomik eşitlik ve demokratik katılım ihtimalini de tehdit ediyor.

Eğer spekülatif opsiyonlar yeni sermaye biçimi olacaksa, buna karşılık yeni bir finansal aydınlanma ihtiyacımız var. Üretimin, emeğin ve uzun vadeli değer yaratımının tekrar merkeze alınacağı, finansın sadece kazanç değil anlam üretmeye de hizmet edeceği bir çağ düşünülmeli.

Ve bu çağ, bugünkü gibi bir distopyaya değil; umutla yazılmış insanlık tarihine hitap etmeli...

13 Temmuz 2025 Pazar

Yapay Zekâ Artık Değeri Kim İçin Üretiyor?

Karl Marx, “artık değer” kavramını ortaya attığında, dönemin buharla çalışan fabrikalarında emeği sömüren patronları hedef alıyordu. Ona göre işçi, ürettiği değerin yalnızca bir kısmını maaş olarak alıyor; geri kalan, yani “artık değer”, sermaye sahibinin cebine giriyordu. Bu kavram, sanayi devrimi çağında bir çığır açtı ama bugün, dijital çağda aynı soruyu yeniden sormamız gerekiyor: Artık değeri bugün kim üretiyor, kim alıyor? Ve daha önemlisi: Yapay zekâ, bu denklemde nereye oturuyor?

Bugünün işçi sınıfı yalnızca fabrika bandında çalışan insanlar değil; çağrı merkezlerinde, nvdia da kod yazan ofislerde ya da Amazon depolarında görev yapan yüz milyonlar. Ama onların yerini yavaş yavaş yapay zekâ alıyor. Bu dönüşüm, sıradan bir teknolojik gelişmeden çok daha fazlası: Yapay zekâ artık değerin üretim mekanizmasını hem yeniden şekillendiriyor hem de onu merkeziyetçi bir şekilde birkaç teknoloji devinin eline topluyor.

Artık Değerin Yeni Sahipleri

Thomas Piketty, A Brief History of Equality kitabında, eşitsizliğin tarihsel bir kaza olmadığını, yapısal bir tercih olduğunu açıkça ifade eder. Gelir ve servet dağılımının her zaman politik olduğunu vurgular. Bugün yapay zekâ gibi teknolojilerle zenginlik üretimi artık daha da hızlandı; ancak bu üretimin meyveleri eşit paylaşılmıyor. Google, Microsoft, Amazon, Nvidia gibi şirketlerin birkaç yıl içinde piyasa değerlerini katlamaları, yapay zekâ yatırımlarının sonucudur. Ancak bu değer artışından kaç kişi faydalanıyor?

Üretim sürecinde artık insanın emeğine bile gerek duyulmadığında, klasik anlamda bir “emek” tanımı kaybolur. Yerine veri gelir, algoritma gelir. Ancak bu algoritmaların “eğitilmesi” için kullanılan veriler çoğunlukla kullanıcıların, yani toplumun tamamının verileridir. Burada Marx’a geri dönersek: Artık değer toplumun verisiyle üretiliyor, ancak yalnızca çok küçük bir azınlık tarafından sahipleniliyor.

Stiglitz ve “Progresif Kapital”

Joseph Stiglitz, The Great Polarization kitabında, neoliberal politikaların dijitalleşme ile birleştiğinde gelir eşitsizliğini daha da artırdığını gösteriyor. Onun ifadesiyle, “teknoloji kendiliğinden eşitsizliği artırmaz; eşitsizliği artıran şey bu teknolojilerin nasıl ve kimler tarafından kullanıldığıdır.” Yapay zekâ da bu noktada, sınıfsal eşitsizliğin yeni aracına dönüşüyor. Eskiden makineleşme işçiyi işsiz bırakıyordu; bugün yapay zekâ işçinin işini yapıyor, ama karşılığında ne ücret ödüyor, ne sigorta sağlıyor.

Stiglitz’in önerdiği “progresif kapitalizm” modeli, yapay zekâ gibi teknolojik kazanımların toplum yararına yönlendirilmesini savunur. Ancak bugünkü durum bunun tam tersidir: Yapay zekâ gelişiyor, şirketler büyüyor, kârlar rekor kırıyor ama orta sınıf daralıyor, emek gelirleri düşüyor, sosyal devlet geriliyor.

Acemoğlu ve “Dar Koridor”

Daron Acemoğlu, Dar Koridor kitabında devlet ile toplum arasındaki dengenin ne kadar hassas olduğunu anlatır. Eğer bu denge bozulursa ya Leviathan devleti oluşur ya da mafyatik piyasalar... Bugün yapay zekâ gibi teknolojiler bu koridoru tehdit eden yeni güçler hâline geliyor. Acemoğlu’na göre teknolojik değişim demokratik kurumlarla uyumlu değilse, eşitsizlik hızla derinleşir.

Yapay zekâ sayesinde bazı şirketlerin devletlerden bile daha güçlü hâle gelmesi, bu dengenin bozulduğuna işaret ediyor. Veri üzerinden elde edilen ekonomik güç, toplumu yönlendirecek kapasiteye ulaştı. Bu durumda demokrasi, temsil ve gelir dağılımı gibi temel kavramlar yalnızca teori olarak kalma riskiyle karşı karşıya.

Sonuç: Yeni Bir Artık Değer Politikası Mümkün mü?

Bugün artık değer yalnızca emek üzerinden değil, veri ve algoritma üzerinden yaratılıyor. Ancak bu “veri artı emeğin” toplumsal mülkiyeti yok. Yapay zekânın yarattığı değerin toplumla paylaşılabilmesi için yeni bir mülkiyet modeli şart. Bu noktada Piketty’nin servet vergisi, Stiglitz’in kamu yararı odaklı regülasyonları ve Acemoğlu’nun kurumsal denge önerileri birbirini tamamlayan unsurlar hâline geliyor.

Bense, bu çağın artık değerini yalnızca teknik bir mesele olarak değil, ahlaki bir sorun olarak görüyorum. Yapay zekâ, insanlığın ortak birikimiyle şekilleniyor. Bu yüzden onun getirdiği refah da ortak olmalı. Aksi hâlde, Marx’ın “emek sömürüsü” dediği şeyin yerini “veri sömürüsü” alır. Bu kez sömürülen, yalnızca işçi değil; hepimiz oluruz..

30 Haziran 2025 Pazartesi

Petro-Uygarlığın Son Baharı

Dünyayı anlamaya çalışırken sık sık karşıma çıkan temel bir denklem var: Enerji olmadan ekonomi olmaz. Ama ekonomi dediğimiz şey, yalnızca para akışı değil, asıl mesele enerjinin kendisi.

Bugün geldiğimiz noktada bana göre modern uygarlığın temeli olan fosil yakıt sistemi çöküş sürecine girmiş durumda. Ama bu çöküş, “petrol bitecek” korkusundan çok daha karmaşık bir yapı. Mesele petrolün var olup olmaması değil, onun çıkarılması ve kullanılması için harcanan enerjiyle elde edilen enerji arasındaki oran. İşte bu oran,teknik terimle EROEI (Energy Returned on Energy Invested) her geçen yıl geriliyor. 1950’lerde bir varil petrol çıkarmak için harcadığın enerjiyle 100 varillik enerji alırken, bugün aynı iş için sadece 5 ila 10 varillik net kazanç alabiliyoruz.

Yani uygarlık olarak hâlâ petrol buluyoruz ama onunla döndürdüğümüz çark artık o kadar ağır ki, motor çalıştıkça kendi kendini tüketiyor. Ve biz hâlâ bu sistemin sonsuz süreceğini varsayarak plan yapıyoruz.

Şimdi herkesin umudu güneş panellerinde, rüzgar türbinlerinde. Ben de bunların potansiyelini inkâr etmiyorum. Ama gerçekçi olalım: Bu sistemlerin çoğu fosil enerjiyle kuruluyor, maden çıkarımı, tedarik zinciri, altyapı yatırımı gibi unsurlar hâlâ petrole bağlı. Ayrıca bu teknolojiler yüksek yoğunluklu değil, kesintili ve dağınık. Yani 1 litre benzinle ulaştığın güce, aynı kolaylıkla ulaşamıyorsun.

Daha kötüsü, bu geçiş sistemleri yüksek teknoloji, sermaye ve altyapı gerektiriyor. Bu da demek oluyor ki, enerji geçişi sınıfsal bir mesele haline gelecek. Zengin ülkeler geçici bir “yeşil illüzyon” yaşayabilir, ama dünyanın büyük kısmı enerjiden daha da yoksun kalacak.

Enerji krizini sadece üretimle sınırlı görmüyorum. Asıl mesele, tüketim yapımızda. Biz enerjiye bağımlı değiliz; yüksek tüketim modeline bağımlıyız. Bugünkü şehirler, ulaşım sistemleri, gıda zincirleri; hepsi “sürekli büyüme” ilkesine göre inşa edildi. Bu yapı içinde neyi değiştirirsen değiştir, sonuca ulaşamazsın.

Mesela elektrikli arabalar… Ne değişti? Araba hâlâ var, trafik hâlâ var, altyapı hâlâ aynı. Sadece egzoslar yerine batarya takıldı. Halbuki esas mesele, bu kadar arabaya gerçekten ihtiyaç olup olmadığı. Cevap açık: Bu model sürdürülemez.

Teknolojiyi ilerlemenin eşanlamlısı gibi görüyoruz ama bu da sorgulanmalı. Son 50 yılda teknolojik olarak büyük sıçramalar yaşadık, ama aynı dönemde kaynak tüketimi ve çevresel yıkım katlanarak arttı. Çünkü teknoloji verimliliği artırsa bile, toplam talebi dizginleyemiyor. Buna Jevons Paradoksu deniyor: Daha verimli sistemler daha çok tüketimi teşvik ediyor.

Yani enerji verimli motor üretmek, daha çok arabanın üretilmesini sağlıyor. Bu kısır döngü, bizi daha verimli bir çöküşe değil, daha organize bir felakete götürüyor.

Bana göre artık asıl soru şudur: Fosil yakıtlar tükendiği için mi uygarlık çökecek, yoksa uygarlığın yapısı bizzat bu tükenişi mi hızlandırıyor?

Bugünkü yapı “enerji fazlası” üzerine kurulu. Bu fazlalık bitiyor. Artık enerji bolluğu değil, enerji kıtlığı üzerinden düşünmek zorundayız. Ve bu, yalnızca enerji politikası değil; ekonomi, şehircilik, tarım, ulaştırma, kültür, hatta etik gibi tüm alanlarda köklü bir yeniden yapılanma demek.

Bu süreci doğal bir geçiş olarak görmek saflık olur. Hayır, bu bir geçiş değil; bu bir sistem daralması. Ve bu daralmayı anlamadan yapılacak her reform sadece krizi erteleyecek.

Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü?

Evet, ama ancak bugünkü yaşam tarzının kutsallığını terk edersek. Artık daha az tüketmeyi, daha yerel üretmeyi, daha sade yaşamayı, teknolojiyi amaç değil araç olarak kullanmayı öğrenmek zorundayız.

Bu kolay olmayacak. Ama belki de ilk kez medeniyet olarak “büyümeyi bırakmanın erdemini” keşfedeceğiz. Çünkü petrol çağının sonu, aynı zamanda insanın kendisiyle yüzleşmesinin de başlangıcı olabilir.

Bu yeni yapı aynı zamanda bir yıldır hazirlamaya uğraştığım harmonik kapital kitabımın da ana fikrini oluşturuyor. 


27 Haziran 2025 Cuma

Post-İdeoloji Çağında Hayatta Kalmak: Küresel Felaket Rejimi ve Türkiye

“Bugünün dünyasında seçimler, nihai bir anlamda değil, ama neredeyse her zaman yanlış tercihtir; çünkü sistemin sunduğu ikilikler, bizi gerçek özgürlüğün dışında seçim yapmaya zorlar.”

– Slavoj Žižek, Uyanmak İçin Çok Geç

Slavoj Žižek’in kitabı bir uyarı değil, bir geç uyanışın siren sesleri. Son dönemde okuduğum en çarpıcı eserlerden biri oldu ve bunu sizlerle benim bakış açımdan kitaptaki olgular üzerinden paylasmak istedim, ülkemize ve sizlere ışık tutsun...

“Uyanmak için çok geç” cümlesi, bir felaketin eşiğinde olmadığımızı, felaketin ta kendisinin içinde yaşadığımızı ilan ediyor. Artık önümüzde duran şey geleceğe dair bir tehlike değil; içinde bulunduğumuz şimdinin yapısal çöküşüdür.

Kapitalizm; ekonomik eşitsizlikleri, ekolojik yıkımı ve dijital tahakkümü kendi mantığı içinde çözemez. Çünkü bu sorunlar, sistemin “anomalisi” değil, ta kendisidir. Gıda krizleri, iklim felaketleri, göçmen akımları, dijital gözetim teknolojileri, kimlik siyasetlerinin parçalanmışlığı… Bunların hepsi geç kapitalizmin “normalliği” haline gelmiştir. Artık olan biteni kriz olarak adlandırmak bile kriz kavramını yetersiz kılar. Kriz istisna değil, yapıdır.

Žižek’in kavramsallaştırdığı “yeni ideoloji”, neoliberalizmin duygusal boşlukla birleştirdiği bir tür post-truth evrenidir. Burada gerçek, yalnızca duygularla çarpıtılan bir tema haline gelir. Dünya, ulus-devletler, sınıflar, insanlar bir “gerçeklik tiyatrosunda” kendilerini oynarken, sistemin görünmeyen elleri yani algoritmalar, finansal ağlar, veri devleri sahneyi çoktan yeniden kurmuştur.

Dolayısıyla çözüm de eski dünyanın kavramlarıyla değil, radikal bir kopuşla mümkündür. Žižek’in önerdiği şey, ütopyacı bir fantezi değil, gerçeklikteki fantazmanın fark edilmesidir. Ancak fantazmanın çöküşüyle birlikte hakikatle yüzleşebiliriz. Çünkü şu an yaşadığımız dünyada, gözlerimizi açmamız bile yetmiyor nitekim çok geç. Uyandık ve felaketin içinde olduğumuzu gördük. Peki şimdi ne yapacağız?

Türkiye, bu yapısal çöküşün merkez ülkesi olmasa da, onun periferisinde tüm etkileri bünyesinde taşıyan bir eşik ülke. Yani bir anlamda yıkımın ara yüzü. Žižek'in dilini kullanırsak,  bugün ülkemiz hem post-demokratik bir geçiş alanı, hem de neoliberal otoriterliğin test laboratuvarı işlevi görüyor.

Ekonomi artık gerçek üretimden değil, borçla yaratılan bir fetiş üzerinden ilerliyor. İnşa edilen şehirler, kredilerle dönen hayatlar ve varlık fonları üzerinden pompalanan büyüme illüzyonu; aslında sistemin gerçekliğe değil, bir tür "kolektif simülakr"a bağlı olduğunu gösteriyor.

İnsanlar artık maaşlarına değil, kredi kartlarına, sosyal güvencelere değil, borsa söylentilerine güveniyor. Bu, Türkiye'yi hayal satıcılığına endeksli bir ekonomi haline getirdi. Ancak bu hayal uzun süreli değil. Çünkü borç döngüsü artık kendi ağırlığını taşıyamıyor. Bu, Žižek’in "ölü ama hâlâ yürüyen sistem" benzetmesini andırıyor. Kapitalizm çökmüş durumda ama hâlâ işliyor gibi görünerek insanları canlı tutuyor.

Türkiye'de ideolojik çatışmalar da tıpkı dünya sistemindeki gibi "gerçeği değil duyguyu" merkeze alıyor. Sağ ve sol değil; inanan ve ötekiler, yerliler ve hainler, milliler ve gayrimilliler gibi yapay ikilikler üzerinden bir toplumsal simülasyon kuruluyor. Bu sahte karşıtlıklar, toplumun gerçek ekonomik sorunlarla yüzleşmesini engelliyor.

Medya, yargı, eğitim gibi tüm kurumlar bu simülasyonu sürekli yeniden üretirken, insanlar ideolojinin farkına varmadan onun içinde şekil alıyorlar. Žižek'in Lacancı kavramsallaştırmasıyla söyleyelim: Arzunun nesnesi olarak 'ulusal birlik', özne için boş bir gösterene dönüşmüştür. Herkes o 'birlik' uğruna ötekini yok sayarken, özne bir tür yoklukta varlık bulmaya çalışır.

Türkiye’nin en derin ideolojik refleksi, "ne yapalım, dayanacağız" cümlesinde somutlaşır. Bu, aslında bir ideolojik teslimiyet biçimidir. İnsanlar felaketi kabullenerek, ona karşı koyacak politik tahayyülleri terk ediyor. Žižek’in deyişiyle: “En büyük şiddet, insanlara başka bir alternatifin mümkün olmadığını düşündürtmektir.”

Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey, bir sistem içi reform değil, gerçekliğin yeniden inşasıdır. Yeni bir ekonomik model, yeni bir siyasal tahayyül, yeni bir toplumsal ahlak... Ama hepsinden önce, kolektif uyanışın kendisi. Ve evet, belki uyanmak için çok geç ama başka bir şey yapmak için hâlâ çok erken.

Žižek’in karamsarlığı, yüzeyde bir felaket tellallığı gibi görünse de, aslında radikal bir dürüstlükten doğar. O, felaketin adını koyarak, ondan kaçmamamızı salık verir. Türkiye için de geçerli olan budur: Sorunlarımızı büyütmek değil, onları yeterince büyütmek zorundayız ki çözüm alanına geçebilelim.

Bugün elimizde bir ütopya yok ama elimizde bir distopya var. Bu distopyanın tanınması, onu aşmanın ilk adımı olabilir. Uyanmak için çok geç olabilir, ama ayakta kalmak için hâlâ bir şans var. O şans, gerçekle yüzleşme cesaretinde gizlidir... 


28 Ocak 2025 Salı

Dijital Göçmenlik ve Sanal Ülkeler: Küresel Eşitsizlikleri Azaltmaya Yönelik Bir Çözüm Modeli

 Dijital Göçmenlik ve Sanal Ülkeler: Küresel Eşitsizlikleri Azaltmaya Yönelik Bir Çözüm Modeli

Küresel eşitsizlik, son yüzyılda hızla artan bir olgu haline gelmiştir. Ekonomik ve sosyal uçurumlar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki farklar, özellikle son yıllarda dijitalleşmenin etkisiyle daha da belirginleşmiştir. Dijital dönüşüm, bireylere çalışma, iletişim ve gelir elde etme anlamında yeni fırsatlar sunarken, bu fırsatlar genellikle sadece çekirdek ülkelerdeki bireyler için geçerlidir. Peki, dijitalleşme ve sanal platformlar, küresel eşitsizliği azaltma konusunda nasıl bir çözüm sunabilir? Bu makalede, dijital göçmenlik ve sanal ülkeler kavramlarını, Wallerstein’ın Dünya Sistemi Teorisi bağlamında ele alarak küresel eşitsizlikleri azaltma potansiyeline sahip bir çözüm modeli olarak sunacağız.

1. Dijital Göçmenlik ve Küresel Eşitsizliğin Derinleşmesi

Dijital göçmenlik, son yıllarda küresel çapta hızla yayılmaktadır. Bireyler, teknolojik araçlar sayesinde herhangi bir fiziksel sınıra bağlı kalmadan dünyanın farklı köşelerinden iş yapabiliyor. Ancak, dijital göçmenliğin genellikle çekirdek ülkelerle sınırlı bir ayrıcalık olduğu gerçeği, gelişmekte olan veya çevre ülkelerdeki bireylerin fırsatlara erişimini sınırlamaktadır. Bu, Wallerstein’ın dünya sistemi içindeki güç dengesizliklerini daha da derinleştiren bir etken haline gelmektedir.

Dijital Eşitsizlik:

Gelişmiş ülkelerdeki bireyler, dijital araçlara ve güçlü internet altyapılarına erişim sayesinde, sanal ekonomilerde fırsatlar yaratabiliyorlar. Diğer yandan, gelişmekte olan ülkelerdeki bireyler, dijital araçlara erişimde zorluklar yaşamakta, eğitim ve iş gücü becerileri açısından daha büyük engellerle karşılaşmaktadır. Bu, küresel eşitsizliği daha da derinleştiren ve dijital dünyada eşitsiz bir fırsat dağılımı yaratan bir durumdur.

2. Sanal Ülkeler: Dijital Ekonomide Eşitsizlikleri Azaltma Potansiyeli

Sanal ülkeler, fiziksel sınırların ötesine geçerek dijital platformlarda faaliyet gösteren ve bağımsız dijital ekonomiler yaratan yapılar olarak tanımlanabilir. Bu sanal ülkeler, gelişmiş ülkelerle sınırlı kalmayıp, gelişmekte olan ülkelerdeki bireylerin de dijital fırsatlara erişebileceği, eşit şartlarda iş yapabileceği platformlar sağlayabilir.

Sanal Ülkelerin Eşitsizliği Azaltma Potansiyeli:

Sanal ülkeler, blockchain teknolojisi, decentralized finance (DeFi) ve web3 gibi yenilikçi dijital yapıları kullanarak bireylere hem dijital hizmetler sunabilir hem de ekonomilerindeki güçsüzlükleri aşma fırsatı tanıyabilir. Dijital göçmenler, bu sanal platformlarda gelir elde edebilir, dijital hizmetler sunabilir ve aynı zamanda küresel ekonomiye katılabilirler. Bu, gelişmekte olan ve çevre ülkelerdeki bireylerin ekonomik fırsatlara erişimini sağlayarak, küresel eşitsizliği azaltma adına önemli bir adım olabilir.

Sanal ülkeler, dijital göçmenlerin yalnızca çalışma alanları değil, aynı zamanda sosyal yardımlar ve sağlık hizmetleri gibi temel hizmetlere de erişmesini sağlayabilir. Bu, sosyal devlet anlayışını dijital platformlarda hayata geçiren bir model olarak, gelişmekte olan ülkelerdeki bireylerin refah seviyelerini iyileştirebilir.

3. Wallerstein’ın Dünya Sistemi Teorisi ve Dijital Göçmenlik: Çekirdek, Yarı Çevre ve Çevre Ülkelerinde Dijital Katılım

Wallerstein’ın Dünya Sistemi Teorisi, küresel ekonomi üzerindeki merkezi ve periferal güçler arasındaki ilişkileri anlamamıza yardımcı olmaktadır. Dijital göçmenlik, sanal ülkeler ve dijital ekonomiler, bu yapıyı yeniden şekillendirebilir.

Dijital Göçmenlik ve Çekirdek Ülkeler:

Çekirdek ülkelerde dijital göçmenler, gelişmiş dijital altyapılar ve güçlü ekonomiler sayesinde daha fazla fırsat yaratabilmektedir. Bu ülkeler, sanal ülkelerde iş gücü sağlama, dijital hizmet sunma ve gelir elde etme konusunda avantajlıdır. Ancak, sosyal sorumluluk ve eşitlik ilkeleri doğrultusunda bu fırsatların gelişmekte olan ülkelere de taşınması gerekir.

Yarı Çevre ve Çevre Ülkelerindeki Dijital Katılım:

Yarı çevre ve çevre ülkelerindeki bireyler, dijital dünyada daha fazla fırsata sahip olabilirler. Sanal platformlar ve dijital devletler, bu bireylerin eğitim almasını, dijital iş gücüne katılmasını ve gelir elde etmesini sağlayarak eşitsizlikleri azaltabilir. Bu ülkelerde dijital eğitim programları, mikrofinans sistemleri ve girişimcilik destekleri sunulabilir, böylece dijital göçmenlik bu bireylerin ekonomik olarak daha güçlü hale gelmesine katkı sağlar.

4. Küresel Eşitsizliklere Yönelik Potansiyel Çözümler:

Dijital göçmenlik ve sanal ülkeler, gelişmekte olan ve çevre ülkelerdeki bireylerin dijital ekonomiye katılımını sağlamak ve küresel eşitsizliği azaltmak için güçlü bir araç olabilir. Bu çözümler şu şekilde geliştirilebilir:

  • Eğitim ve Dijital Okuryazarlık Programları: Gelişmekte olan ülkelerde dijital okuryazarlığı artırmak, bireylerin dijital dünyada etkin bir şekilde yer almasını sağlayabilir.
  • Dijital İş Gücü ve Girişimcilik Destekleri: Sanal ülkeler ve dijital platformlar üzerinden sağlanan iş gücü ve girişimcilik fırsatları, eşitsizlikleri azaltarak bireylerin gelir elde etmesine yardımcı olabilir.
  • Sosyal Yardımlar ve Sağlık Hizmetleri: Dijital platformlarda sağlanan sosyal yardımlar ve sağlık hizmetleri, çevre ve yarı çevre ülkelerdeki bireylerin yaşam standartlarını iyileştirebilir.

Dijital göçmenlik ve sanal ülkeler, küresel eşitsizliği azaltmak adına büyük bir potansiyel taşımaktadır. Wallerstein’ın Dünya Sistemi Teorisi ile birleştirilen bu yeni model, dijital dünyanın fırsatlarını daha adil bir şekilde dağıtarak, gelişmekte olan ve çevre ülkelerdeki bireylerin de ekonomiye katılmasına olanak tanıyabilir. Bu, daha eşitlikçi bir küresel sistemin inşasına katkı sağlayacak bir adım olabilir.