Bir şeyler çözülüyor içimizde, ama kimse neyin koptuğunu tam olarak söyleyemiyor.
Sanki tüm insanlık, kendini büyük bir oyunun içinde tutuyormuş gibi yapıyor; rollerini ezberlemiş, cümlelerini biliyor ama gözlerinin içi boş. Herkes yerli yerinde ama hiçbir şey yerinde değil.
Bazen bu düzenin içinde kendimi bir iskeledeymişim gibi hissediyorum; dalgalar küçük ama yıpratıcı, ne yana dönsem denge bozulacak gibi. Kimse düşmüyor ama kimse gerçekten yürümüyor da.
Yürümek, artık ilerlemek değil çünkü. Sadece durmaksızın hareket etmek.
Nereye gittiğimizi bilmeden...
Neye dönüştüğümüzü konuşmadan...
Yorgun bir çağın içindeyiz.
Herkes bir şeyler yapıyor ama kimse bir şey inşa etmiyor.
Tüketiyoruz ama doymuyoruz.
İletişim içindeyiz ama bağ kurmuyoruz.
Hızlıyız ama yönsüz.
Küçükken “medeniyet” kelimesini duyduğumda aklıma kitaplar, köprüler, meydanlar gelirdi. Şimdi düşündüğümde sadece bir yorgunluk geliyor içime.
Belki de artık medeniyet, yapılardan çok boşlukla ilgili.
İnsanın içinde açılan o görünmeyen çukurla.
Kimsenin görmediği ama herkesin taşıdığı o eksiklik hissiyle.
Modern insanın sırtındaki yük görünmez artık: Başarılı olmak zorundasın, özgün olmak zorundasın, sürekli üretmek zorundasın. Ama bir yandan da kimseyi rahatsız etmemelisin, konforu bozmamalısın.
Kendin gibi ol, ama yalnızca sistemin izin verdiği kadarıyla.
Bu ikilem bir çürüme yaratıyor.
Ve bu çürüme dışarıdan değil, içeriden geliyor.
Çünkü bugünün medeniyeti, en çok da insanın kendisini kopyalaması üzerine kurulu.
Yapay zekâdan önce kendi zekâmızı otomatikleştirdik.
Hissedeceksek bile “doğru şekilde” hissetmeliyiz.
Üzülüyorsak bile algoritmalar bunu analiz edebilmeli.
Kızgınsak bile estetik olmalı.
Çünkü her şey bir “görüntü” meselesi artık.
Gerçek olan, gösterilebilen kadar var.
Ama ben burada bir boşluk arıyorum.
Bir aralık.
Bir çatlak.
İçinden rüzgâr geçen bir kelime.
Yapay olmayan bir duraksama.
Biriyle göz göze gelince sustuğum anın hakikati.
İşte orada hâlâ insanım.
Kafamın içinde buhranlar dönerken bile üretmeye zorlayan bir çağ bu.
Sistem öyle inşa edilmiş ki; kendini sorgulayan her birey sisteme zarar veriyor gibi hissediyor.
Ama asıl zarar susanlarda, kabul edenlerde, otomatiğe bağlananlarda.
Asıl bozulma, “Bu böyledir” diyebildiğimiz an başlıyor.
Bütün bu tarih, bu ekonomi, bu teknoloji anlatılarının ortasında kendi yerimi sorgularken, hissediyorum:
Ben ne yalnızca bir çağın mağduruyum, ne de kahramanı.
Ben bu çağın tanığıyım.
Kendini medeniyet sanan bir yorgunluğun içinden geçerken, hâlâ içimde bir çocuk sesi var:
“Sahi, bu muydu?”
“Sadece bu mu olacak?”
Cevap vermek istemiyorum artık.
Çünkü bazen en hakiki cümle, kurulmamış olan.
En insani duruş, bir anlığına bile olsa durabilmek.
Ve belki de bu yüzden yazıyorum.
Yıkılmakta olan bir kalede, duvarların arasına notlar sıkıştırır gibi.
Geleceğin gerçekten geleceğine inanmak için değil...
Bu çağda hâlâ insan kalabildiğimi kendime hatırlatmak için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder