Karl Marx, “artık değer” kavramını ortaya attığında, dönemin buharla çalışan fabrikalarında emeği sömüren patronları hedef alıyordu. Ona göre işçi, ürettiği değerin yalnızca bir kısmını maaş olarak alıyor; geri kalan, yani “artık değer”, sermaye sahibinin cebine giriyordu. Bu kavram, sanayi devrimi çağında bir çığır açtı ama bugün, dijital çağda aynı soruyu yeniden sormamız gerekiyor: Artık değeri bugün kim üretiyor, kim alıyor? Ve daha önemlisi: Yapay zekâ, bu denklemde nereye oturuyor?
Bugünün işçi sınıfı yalnızca fabrika bandında çalışan insanlar değil; çağrı merkezlerinde, nvdia da kod yazan ofislerde ya da Amazon depolarında görev yapan yüz milyonlar. Ama onların yerini yavaş yavaş yapay zekâ alıyor. Bu dönüşüm, sıradan bir teknolojik gelişmeden çok daha fazlası: Yapay zekâ artık değerin üretim mekanizmasını hem yeniden şekillendiriyor hem de onu merkeziyetçi bir şekilde birkaç teknoloji devinin eline topluyor.
Artık Değerin Yeni Sahipleri
Thomas Piketty, A Brief History of Equality kitabında, eşitsizliğin tarihsel bir kaza olmadığını, yapısal bir tercih olduğunu açıkça ifade eder. Gelir ve servet dağılımının her zaman politik olduğunu vurgular. Bugün yapay zekâ gibi teknolojilerle zenginlik üretimi artık daha da hızlandı; ancak bu üretimin meyveleri eşit paylaşılmıyor. Google, Microsoft, Amazon, Nvidia gibi şirketlerin birkaç yıl içinde piyasa değerlerini katlamaları, yapay zekâ yatırımlarının sonucudur. Ancak bu değer artışından kaç kişi faydalanıyor?
Üretim sürecinde artık insanın emeğine bile gerek duyulmadığında, klasik anlamda bir “emek” tanımı kaybolur. Yerine veri gelir, algoritma gelir. Ancak bu algoritmaların “eğitilmesi” için kullanılan veriler çoğunlukla kullanıcıların, yani toplumun tamamının verileridir. Burada Marx’a geri dönersek: Artık değer toplumun verisiyle üretiliyor, ancak yalnızca çok küçük bir azınlık tarafından sahipleniliyor.
Stiglitz ve “Progresif Kapital”
Joseph Stiglitz, The Great Polarization kitabında, neoliberal politikaların dijitalleşme ile birleştiğinde gelir eşitsizliğini daha da artırdığını gösteriyor. Onun ifadesiyle, “teknoloji kendiliğinden eşitsizliği artırmaz; eşitsizliği artıran şey bu teknolojilerin nasıl ve kimler tarafından kullanıldığıdır.” Yapay zekâ da bu noktada, sınıfsal eşitsizliğin yeni aracına dönüşüyor. Eskiden makineleşme işçiyi işsiz bırakıyordu; bugün yapay zekâ işçinin işini yapıyor, ama karşılığında ne ücret ödüyor, ne sigorta sağlıyor.
Stiglitz’in önerdiği “progresif kapitalizm” modeli, yapay zekâ gibi teknolojik kazanımların toplum yararına yönlendirilmesini savunur. Ancak bugünkü durum bunun tam tersidir: Yapay zekâ gelişiyor, şirketler büyüyor, kârlar rekor kırıyor ama orta sınıf daralıyor, emek gelirleri düşüyor, sosyal devlet geriliyor.
Acemoğlu ve “Dar Koridor”
Daron Acemoğlu, Dar Koridor kitabında devlet ile toplum arasındaki dengenin ne kadar hassas olduğunu anlatır. Eğer bu denge bozulursa ya Leviathan devleti oluşur ya da mafyatik piyasalar... Bugün yapay zekâ gibi teknolojiler bu koridoru tehdit eden yeni güçler hâline geliyor. Acemoğlu’na göre teknolojik değişim demokratik kurumlarla uyumlu değilse, eşitsizlik hızla derinleşir.
Yapay zekâ sayesinde bazı şirketlerin devletlerden bile daha güçlü hâle gelmesi, bu dengenin bozulduğuna işaret ediyor. Veri üzerinden elde edilen ekonomik güç, toplumu yönlendirecek kapasiteye ulaştı. Bu durumda demokrasi, temsil ve gelir dağılımı gibi temel kavramlar yalnızca teori olarak kalma riskiyle karşı karşıya.
Sonuç: Yeni Bir Artık Değer Politikası Mümkün mü?
Bugün artık değer yalnızca emek üzerinden değil, veri ve algoritma üzerinden yaratılıyor. Ancak bu “veri artı emeğin” toplumsal mülkiyeti yok. Yapay zekânın yarattığı değerin toplumla paylaşılabilmesi için yeni bir mülkiyet modeli şart. Bu noktada Piketty’nin servet vergisi, Stiglitz’in kamu yararı odaklı regülasyonları ve Acemoğlu’nun kurumsal denge önerileri birbirini tamamlayan unsurlar hâline geliyor.
Bense, bu çağın artık değerini yalnızca teknik bir mesele olarak değil, ahlaki bir sorun olarak görüyorum. Yapay zekâ, insanlığın ortak birikimiyle şekilleniyor. Bu yüzden onun getirdiği refah da ortak olmalı. Aksi hâlde, Marx’ın “emek sömürüsü” dediği şeyin yerini “veri sömürüsü” alır. Bu kez sömürülen, yalnızca işçi değil; hepimiz oluruz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder