“Bugünün dünyasında seçimler, nihai bir anlamda değil, ama neredeyse her zaman yanlış tercihtir; çünkü sistemin sunduğu ikilikler, bizi gerçek özgürlüğün dışında seçim yapmaya zorlar.”
– Slavoj Žižek, Uyanmak İçin Çok Geç
Slavoj Žižek’in kitabı bir uyarı değil, bir geç uyanışın siren sesleri. Son dönemde okuduğum en çarpıcı eserlerden biri oldu ve bunu sizlerle benim bakış açımdan kitaptaki olgular üzerinden paylasmak istedim, ülkemize ve sizlere ışık tutsun...
“Uyanmak için çok geç” cümlesi, bir felaketin eşiğinde olmadığımızı, felaketin ta kendisinin içinde yaşadığımızı ilan ediyor. Artık önümüzde duran şey geleceğe dair bir tehlike değil; içinde bulunduğumuz şimdinin yapısal çöküşüdür.
Kapitalizm; ekonomik eşitsizlikleri, ekolojik yıkımı ve dijital tahakkümü kendi mantığı içinde çözemez. Çünkü bu sorunlar, sistemin “anomalisi” değil, ta kendisidir. Gıda krizleri, iklim felaketleri, göçmen akımları, dijital gözetim teknolojileri, kimlik siyasetlerinin parçalanmışlığı… Bunların hepsi geç kapitalizmin “normalliği” haline gelmiştir. Artık olan biteni kriz olarak adlandırmak bile kriz kavramını yetersiz kılar. Kriz istisna değil, yapıdır.
Žižek’in kavramsallaştırdığı “yeni ideoloji”, neoliberalizmin duygusal boşlukla birleştirdiği bir tür post-truth evrenidir. Burada gerçek, yalnızca duygularla çarpıtılan bir tema haline gelir. Dünya, ulus-devletler, sınıflar, insanlar bir “gerçeklik tiyatrosunda” kendilerini oynarken, sistemin görünmeyen elleri yani algoritmalar, finansal ağlar, veri devleri sahneyi çoktan yeniden kurmuştur.
Dolayısıyla çözüm de eski dünyanın kavramlarıyla değil, radikal bir kopuşla mümkündür. Žižek’in önerdiği şey, ütopyacı bir fantezi değil, gerçeklikteki fantazmanın fark edilmesidir. Ancak fantazmanın çöküşüyle birlikte hakikatle yüzleşebiliriz. Çünkü şu an yaşadığımız dünyada, gözlerimizi açmamız bile yetmiyor nitekim çok geç. Uyandık ve felaketin içinde olduğumuzu gördük. Peki şimdi ne yapacağız?
Türkiye, bu yapısal çöküşün merkez ülkesi olmasa da, onun periferisinde tüm etkileri bünyesinde taşıyan bir eşik ülke. Yani bir anlamda yıkımın ara yüzü. Žižek'in dilini kullanırsak, bugün ülkemiz hem post-demokratik bir geçiş alanı, hem de neoliberal otoriterliğin test laboratuvarı işlevi görüyor.
Ekonomi artık gerçek üretimden değil, borçla yaratılan bir fetiş üzerinden ilerliyor. İnşa edilen şehirler, kredilerle dönen hayatlar ve varlık fonları üzerinden pompalanan büyüme illüzyonu; aslında sistemin gerçekliğe değil, bir tür "kolektif simülakr"a bağlı olduğunu gösteriyor.
İnsanlar artık maaşlarına değil, kredi kartlarına, sosyal güvencelere değil, borsa söylentilerine güveniyor. Bu, Türkiye'yi hayal satıcılığına endeksli bir ekonomi haline getirdi. Ancak bu hayal uzun süreli değil. Çünkü borç döngüsü artık kendi ağırlığını taşıyamıyor. Bu, Žižek’in "ölü ama hâlâ yürüyen sistem" benzetmesini andırıyor. Kapitalizm çökmüş durumda ama hâlâ işliyor gibi görünerek insanları canlı tutuyor.
Türkiye'de ideolojik çatışmalar da tıpkı dünya sistemindeki gibi "gerçeği değil duyguyu" merkeze alıyor. Sağ ve sol değil; inanan ve ötekiler, yerliler ve hainler, milliler ve gayrimilliler gibi yapay ikilikler üzerinden bir toplumsal simülasyon kuruluyor. Bu sahte karşıtlıklar, toplumun gerçek ekonomik sorunlarla yüzleşmesini engelliyor.
Medya, yargı, eğitim gibi tüm kurumlar bu simülasyonu sürekli yeniden üretirken, insanlar ideolojinin farkına varmadan onun içinde şekil alıyorlar. Žižek'in Lacancı kavramsallaştırmasıyla söyleyelim: Arzunun nesnesi olarak 'ulusal birlik', özne için boş bir gösterene dönüşmüştür. Herkes o 'birlik' uğruna ötekini yok sayarken, özne bir tür yoklukta varlık bulmaya çalışır.
Türkiye’nin en derin ideolojik refleksi, "ne yapalım, dayanacağız" cümlesinde somutlaşır. Bu, aslında bir ideolojik teslimiyet biçimidir. İnsanlar felaketi kabullenerek, ona karşı koyacak politik tahayyülleri terk ediyor. Žižek’in deyişiyle: “En büyük şiddet, insanlara başka bir alternatifin mümkün olmadığını düşündürtmektir.”
Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey, bir sistem içi reform değil, gerçekliğin yeniden inşasıdır. Yeni bir ekonomik model, yeni bir siyasal tahayyül, yeni bir toplumsal ahlak... Ama hepsinden önce, kolektif uyanışın kendisi. Ve evet, belki uyanmak için çok geç ama başka bir şey yapmak için hâlâ çok erken.
Žižek’in karamsarlığı, yüzeyde bir felaket tellallığı gibi görünse de, aslında radikal bir dürüstlükten doğar. O, felaketin adını koyarak, ondan kaçmamamızı salık verir. Türkiye için de geçerli olan budur: Sorunlarımızı büyütmek değil, onları yeterince büyütmek zorundayız ki çözüm alanına geçebilelim.
Bugün elimizde bir ütopya yok ama elimizde bir distopya var. Bu distopyanın tanınması, onu aşmanın ilk adımı olabilir. Uyanmak için çok geç olabilir, ama ayakta kalmak için hâlâ bir şans var. O şans, gerçekle yüzleşme cesaretinde gizlidir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder