Hakkımda

Fotoğrafım
ENAG(Enflasyon Araştırma Grubu) kurucu üyesi,Msc. Bankacılık ve Finans, Planlama Mühendisi,PMI® (Project Management Institute Member), Mühendisler için Python Programlama ve Uygulamalari kitabının yazarı. "Rusya’nın buzullarından, Güney Asya’nın tropikal iklimlerinden, Körfez ülkelerinin çöllerinden geçmiş bir ‘Dünyalı’…"

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Spekülatif Opsiyonların Yükselişi ve Yeni Finansal Gerçeklik

Bugünün küresel piyasalarında artık yalnızca ekonomik göstergelerden, bilanço verilerinden ya da merkez bankası açıklamalarından söz etmek yeterli değil. Zira içinde yaşadığımız çağda değer dediğimiz kavram, giderek daha soyut, daha geçici ve daha manipülasyona açık bir forma bürünüyor. Özellikle teknoloji hisseleri, kripto paralar ve ani emtia sıçramaları gibi spekülatif opsiyonlar, yalnızca yatırım alanları değil, aynı zamanda çağın zihinsel durumunu ve ekonomik tahayyülünü temsil ediyor.

Artık klasik ekonomi kitaplarında anlatılan “rasyonel aktör” miti çökmüş durumda. Yerini, algoritmaların yönlendirdiği davranışsal kalıplar, sosyal medya tarafından kurgulanan kolektif heyecanlar ve devasa veri setleri üzerinde çalışan yapay zekâların şekillendirdiği bir fiyatlama rejimi aldı. Bu rejim, üretim-tüketim dengesine değil, hikâyeye ve hız faktörüne yatırım yapıyor. Hatta öyle ki, bazen bu spekülatif çerçevenin kendisi, gerçek ekonomiyi belirleyen temel unsur haline geliyor.

Bugün bir kripto paranın ya da meme-hissenin fiyatı, onun ekonomik faydasından veya kurumsal yapısından çok, çevresindeki anlatının gücüyle belirleniyor. Elon Musk'ın tek bir tweet’iyle milyarlarca dolarlık piyasa değeri hareket ettirilebiliyor. Değerin bir üretim süreciyle değil, ani bir kültürel coşku veya panik dalgasıyla belirlendiği bu düzlemde, ekonominin kuralları değil, kitlenin psikolojisi söz sahibi oluyor.

Bu da bizi aslında çok daha temel bir noktaya götürüyor: Spekülasyonun yalnızca ekonomik bir araç değil, aynı zamanda bir tür çağsal ideoloji olduğu gerçeğine. Bugünün spekülatif yatırım araçları, sadece yatırımcının risk iştahını değil, aynı zamanda sistemin kendi iç çelişkilerini, sınıfsal dönüşümleri ve giderek artan gelir eşitsizliğini de temsil ediyor. Zira yüksek volatiliteye sahip piyasalarda kazananlar genellikle bilgiye, teknolojiye ve hızlı sermayeye erişimi olan kesimler. Kaybedenler ise yavaş kalanlar, geç gelenler, anlamayanlar oluyor.

Bu süreçte ekonomi bir tür simülakr ekonomiye dönüşüyor. Jean Baudrillard’ın "gerçekliğin yerine geçen imgeler" tezini anımsatırcasına, finansal varlıkların değeri artık onları temsil ettikleri reel karşılıklardan kopuyor. Bir hisse senedi, o şirketin performansını değil; gelecekteki potansiyelini, anlatı kabiliyetini ve sosyal medya yankısını yansıtıyor. Kripto varlıklar ise tamamen kurgusal bir evrende, merkeziyetsizlik mitiyle örtülmüş bir güven oyunu üzerinden değerleniyor.

Burada ilginç bir çelişki doğuyor: Bir yandan merkez bankaları hâlâ enflasyonla mücadele, faiz kararları ve para politikası gibi klasik araçlarıyla sistemi kontrol etmeye çalışıyor. Öte yandan ise piyasanın ruhu, çok daha kaotik, anlık ve algoritmik bir zeminde dolaşıyor. Finansal sistemin kendi içindeki bu ikilik, geleceğe dair öngörüleri neredeyse imkânsız hale getiriyor.

Artık sermaye sadece birikmiş emek değil; hikâyeye dönüşme kapasitesidir. Bu hikâyeyi kim daha hızlı, daha etkileyici ve daha yaygın anlatırsa; değeri o belirliyor. Dolayısıyla yatırımcının bir analistten çok bir senarist, bir pazarlamacıdan çok bir fenomen izleyici olması gerekiyor. “Değerli olan nedir?” sorusunun cevabı, üretimden değil, anlatıdan geçiyor. Bu da finansı klasik rasyonalite zemininden çıkarıp, post-truth çağın bir oyunu haline getiriyor.

Bu tablo hafife alınacak bir gerçeklik değil. Zira sistemin temellerinde bir yerlerde sessizce büyüyen bu spekülatif yapı, sadece finansal kırılganlık yaratmakla kalmıyor; aynı zamanda gelecekteki ekonomik eşitlik ve demokratik katılım ihtimalini de tehdit ediyor.

Eğer spekülatif opsiyonlar yeni sermaye biçimi olacaksa, buna karşılık yeni bir finansal aydınlanma ihtiyacımız var. Üretimin, emeğin ve uzun vadeli değer yaratımının tekrar merkeze alınacağı, finansın sadece kazanç değil anlam üretmeye de hizmet edeceği bir çağ düşünülmeli.

Ve bu çağ, bugünkü gibi bir distopyaya değil; umutla yazılmış insanlık tarihine hitap etmeli...

13 Temmuz 2025 Pazar

Yapay Zekâ Artık Değeri Kim İçin Üretiyor?

Karl Marx, “artık değer” kavramını ortaya attığında, dönemin buharla çalışan fabrikalarında emeği sömüren patronları hedef alıyordu. Ona göre işçi, ürettiği değerin yalnızca bir kısmını maaş olarak alıyor; geri kalan, yani “artık değer”, sermaye sahibinin cebine giriyordu. Bu kavram, sanayi devrimi çağında bir çığır açtı ama bugün, dijital çağda aynı soruyu yeniden sormamız gerekiyor: Artık değeri bugün kim üretiyor, kim alıyor? Ve daha önemlisi: Yapay zekâ, bu denklemde nereye oturuyor?

Bugünün işçi sınıfı yalnızca fabrika bandında çalışan insanlar değil; çağrı merkezlerinde, nvdia da kod yazan ofislerde ya da Amazon depolarında görev yapan yüz milyonlar. Ama onların yerini yavaş yavaş yapay zekâ alıyor. Bu dönüşüm, sıradan bir teknolojik gelişmeden çok daha fazlası: Yapay zekâ artık değerin üretim mekanizmasını hem yeniden şekillendiriyor hem de onu merkeziyetçi bir şekilde birkaç teknoloji devinin eline topluyor.

Artık Değerin Yeni Sahipleri

Thomas Piketty, A Brief History of Equality kitabında, eşitsizliğin tarihsel bir kaza olmadığını, yapısal bir tercih olduğunu açıkça ifade eder. Gelir ve servet dağılımının her zaman politik olduğunu vurgular. Bugün yapay zekâ gibi teknolojilerle zenginlik üretimi artık daha da hızlandı; ancak bu üretimin meyveleri eşit paylaşılmıyor. Google, Microsoft, Amazon, Nvidia gibi şirketlerin birkaç yıl içinde piyasa değerlerini katlamaları, yapay zekâ yatırımlarının sonucudur. Ancak bu değer artışından kaç kişi faydalanıyor?

Üretim sürecinde artık insanın emeğine bile gerek duyulmadığında, klasik anlamda bir “emek” tanımı kaybolur. Yerine veri gelir, algoritma gelir. Ancak bu algoritmaların “eğitilmesi” için kullanılan veriler çoğunlukla kullanıcıların, yani toplumun tamamının verileridir. Burada Marx’a geri dönersek: Artık değer toplumun verisiyle üretiliyor, ancak yalnızca çok küçük bir azınlık tarafından sahipleniliyor.

Stiglitz ve “Progresif Kapital”

Joseph Stiglitz, The Great Polarization kitabında, neoliberal politikaların dijitalleşme ile birleştiğinde gelir eşitsizliğini daha da artırdığını gösteriyor. Onun ifadesiyle, “teknoloji kendiliğinden eşitsizliği artırmaz; eşitsizliği artıran şey bu teknolojilerin nasıl ve kimler tarafından kullanıldığıdır.” Yapay zekâ da bu noktada, sınıfsal eşitsizliğin yeni aracına dönüşüyor. Eskiden makineleşme işçiyi işsiz bırakıyordu; bugün yapay zekâ işçinin işini yapıyor, ama karşılığında ne ücret ödüyor, ne sigorta sağlıyor.

Stiglitz’in önerdiği “progresif kapitalizm” modeli, yapay zekâ gibi teknolojik kazanımların toplum yararına yönlendirilmesini savunur. Ancak bugünkü durum bunun tam tersidir: Yapay zekâ gelişiyor, şirketler büyüyor, kârlar rekor kırıyor ama orta sınıf daralıyor, emek gelirleri düşüyor, sosyal devlet geriliyor.

Acemoğlu ve “Dar Koridor”

Daron Acemoğlu, Dar Koridor kitabında devlet ile toplum arasındaki dengenin ne kadar hassas olduğunu anlatır. Eğer bu denge bozulursa ya Leviathan devleti oluşur ya da mafyatik piyasalar... Bugün yapay zekâ gibi teknolojiler bu koridoru tehdit eden yeni güçler hâline geliyor. Acemoğlu’na göre teknolojik değişim demokratik kurumlarla uyumlu değilse, eşitsizlik hızla derinleşir.

Yapay zekâ sayesinde bazı şirketlerin devletlerden bile daha güçlü hâle gelmesi, bu dengenin bozulduğuna işaret ediyor. Veri üzerinden elde edilen ekonomik güç, toplumu yönlendirecek kapasiteye ulaştı. Bu durumda demokrasi, temsil ve gelir dağılımı gibi temel kavramlar yalnızca teori olarak kalma riskiyle karşı karşıya.

Sonuç: Yeni Bir Artık Değer Politikası Mümkün mü?

Bugün artık değer yalnızca emek üzerinden değil, veri ve algoritma üzerinden yaratılıyor. Ancak bu “veri artı emeğin” toplumsal mülkiyeti yok. Yapay zekânın yarattığı değerin toplumla paylaşılabilmesi için yeni bir mülkiyet modeli şart. Bu noktada Piketty’nin servet vergisi, Stiglitz’in kamu yararı odaklı regülasyonları ve Acemoğlu’nun kurumsal denge önerileri birbirini tamamlayan unsurlar hâline geliyor.

Bense, bu çağın artık değerini yalnızca teknik bir mesele olarak değil, ahlaki bir sorun olarak görüyorum. Yapay zekâ, insanlığın ortak birikimiyle şekilleniyor. Bu yüzden onun getirdiği refah da ortak olmalı. Aksi hâlde, Marx’ın “emek sömürüsü” dediği şeyin yerini “veri sömürüsü” alır. Bu kez sömürülen, yalnızca işçi değil; hepimiz oluruz..