Dünyayı anlamaya çalışırken sık sık karşıma çıkan temel bir denklem var: Enerji olmadan ekonomi olmaz. Ama ekonomi dediğimiz şey, yalnızca para akışı değil, asıl mesele enerjinin kendisi.
Bugün geldiğimiz noktada bana göre modern uygarlığın temeli olan fosil yakıt sistemi çöküş sürecine girmiş durumda. Ama bu çöküş, “petrol bitecek” korkusundan çok daha karmaşık bir yapı. Mesele petrolün var olup olmaması değil, onun çıkarılması ve kullanılması için harcanan enerjiyle elde edilen enerji arasındaki oran. İşte bu oran,teknik terimle EROEI (Energy Returned on Energy Invested) her geçen yıl geriliyor. 1950’lerde bir varil petrol çıkarmak için harcadığın enerjiyle 100 varillik enerji alırken, bugün aynı iş için sadece 5 ila 10 varillik net kazanç alabiliyoruz.
Yani uygarlık olarak hâlâ petrol buluyoruz ama onunla döndürdüğümüz çark artık o kadar ağır ki, motor çalıştıkça kendi kendini tüketiyor. Ve biz hâlâ bu sistemin sonsuz süreceğini varsayarak plan yapıyoruz.
Şimdi herkesin umudu güneş panellerinde, rüzgar türbinlerinde. Ben de bunların potansiyelini inkâr etmiyorum. Ama gerçekçi olalım: Bu sistemlerin çoğu fosil enerjiyle kuruluyor, maden çıkarımı, tedarik zinciri, altyapı yatırımı gibi unsurlar hâlâ petrole bağlı. Ayrıca bu teknolojiler yüksek yoğunluklu değil, kesintili ve dağınık. Yani 1 litre benzinle ulaştığın güce, aynı kolaylıkla ulaşamıyorsun.
Daha kötüsü, bu geçiş sistemleri yüksek teknoloji, sermaye ve altyapı gerektiriyor. Bu da demek oluyor ki, enerji geçişi sınıfsal bir mesele haline gelecek. Zengin ülkeler geçici bir “yeşil illüzyon” yaşayabilir, ama dünyanın büyük kısmı enerjiden daha da yoksun kalacak.
Enerji krizini sadece üretimle sınırlı görmüyorum. Asıl mesele, tüketim yapımızda. Biz enerjiye bağımlı değiliz; yüksek tüketim modeline bağımlıyız. Bugünkü şehirler, ulaşım sistemleri, gıda zincirleri; hepsi “sürekli büyüme” ilkesine göre inşa edildi. Bu yapı içinde neyi değiştirirsen değiştir, sonuca ulaşamazsın.
Mesela elektrikli arabalar… Ne değişti? Araba hâlâ var, trafik hâlâ var, altyapı hâlâ aynı. Sadece egzoslar yerine batarya takıldı. Halbuki esas mesele, bu kadar arabaya gerçekten ihtiyaç olup olmadığı. Cevap açık: Bu model sürdürülemez.
Teknolojiyi ilerlemenin eşanlamlısı gibi görüyoruz ama bu da sorgulanmalı. Son 50 yılda teknolojik olarak büyük sıçramalar yaşadık, ama aynı dönemde kaynak tüketimi ve çevresel yıkım katlanarak arttı. Çünkü teknoloji verimliliği artırsa bile, toplam talebi dizginleyemiyor. Buna Jevons Paradoksu deniyor: Daha verimli sistemler daha çok tüketimi teşvik ediyor.
Yani enerji verimli motor üretmek, daha çok arabanın üretilmesini sağlıyor. Bu kısır döngü, bizi daha verimli bir çöküşe değil, daha organize bir felakete götürüyor.
Bana göre artık asıl soru şudur: Fosil yakıtlar tükendiği için mi uygarlık çökecek, yoksa uygarlığın yapısı bizzat bu tükenişi mi hızlandırıyor?
Bugünkü yapı “enerji fazlası” üzerine kurulu. Bu fazlalık bitiyor. Artık enerji bolluğu değil, enerji kıtlığı üzerinden düşünmek zorundayız. Ve bu, yalnızca enerji politikası değil; ekonomi, şehircilik, tarım, ulaştırma, kültür, hatta etik gibi tüm alanlarda köklü bir yeniden yapılanma demek.
Bu süreci doğal bir geçiş olarak görmek saflık olur. Hayır, bu bir geçiş değil; bu bir sistem daralması. Ve bu daralmayı anlamadan yapılacak her reform sadece krizi erteleyecek.
Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü?
Evet, ama ancak bugünkü yaşam tarzının kutsallığını terk edersek. Artık daha az tüketmeyi, daha yerel üretmeyi, daha sade yaşamayı, teknolojiyi amaç değil araç olarak kullanmayı öğrenmek zorundayız.
Bu kolay olmayacak. Ama belki de ilk kez medeniyet olarak “büyümeyi bırakmanın erdemini” keşfedeceğiz. Çünkü petrol çağının sonu, aynı zamanda insanın kendisiyle yüzleşmesinin de başlangıcı olabilir.
Bu yeni yapı aynı zamanda bir yıldır hazirlamaya uğraştığım harmonik kapital kitabımın da ana fikrini oluşturuyor.