Hakkımda

Fotoğrafım
ENAG(Enflasyon Araştırma Grubu) kurucu üyesi,Msc. Bankacılık ve Finans, Planlama Mühendisi,PMI® (Project Management Institute Member), Mühendisler için Python Programlama ve Uygulamalari kitabının yazarı. "Rusya’nın buzullarından, Güney Asya’nın tropikal iklimlerinden, Körfez ülkelerinin çöllerinden geçmiş bir ‘Dünyalı’…"

30 Haziran 2025 Pazartesi

Petro-Uygarlığın Son Baharı

Dünyayı anlamaya çalışırken sık sık karşıma çıkan temel bir denklem var: Enerji olmadan ekonomi olmaz. Ama ekonomi dediğimiz şey, yalnızca para akışı değil, asıl mesele enerjinin kendisi.

Bugün geldiğimiz noktada bana göre modern uygarlığın temeli olan fosil yakıt sistemi çöküş sürecine girmiş durumda. Ama bu çöküş, “petrol bitecek” korkusundan çok daha karmaşık bir yapı. Mesele petrolün var olup olmaması değil, onun çıkarılması ve kullanılması için harcanan enerjiyle elde edilen enerji arasındaki oran. İşte bu oran,teknik terimle EROEI (Energy Returned on Energy Invested) her geçen yıl geriliyor. 1950’lerde bir varil petrol çıkarmak için harcadığın enerjiyle 100 varillik enerji alırken, bugün aynı iş için sadece 5 ila 10 varillik net kazanç alabiliyoruz.

Yani uygarlık olarak hâlâ petrol buluyoruz ama onunla döndürdüğümüz çark artık o kadar ağır ki, motor çalıştıkça kendi kendini tüketiyor. Ve biz hâlâ bu sistemin sonsuz süreceğini varsayarak plan yapıyoruz.

Şimdi herkesin umudu güneş panellerinde, rüzgar türbinlerinde. Ben de bunların potansiyelini inkâr etmiyorum. Ama gerçekçi olalım: Bu sistemlerin çoğu fosil enerjiyle kuruluyor, maden çıkarımı, tedarik zinciri, altyapı yatırımı gibi unsurlar hâlâ petrole bağlı. Ayrıca bu teknolojiler yüksek yoğunluklu değil, kesintili ve dağınık. Yani 1 litre benzinle ulaştığın güce, aynı kolaylıkla ulaşamıyorsun.

Daha kötüsü, bu geçiş sistemleri yüksek teknoloji, sermaye ve altyapı gerektiriyor. Bu da demek oluyor ki, enerji geçişi sınıfsal bir mesele haline gelecek. Zengin ülkeler geçici bir “yeşil illüzyon” yaşayabilir, ama dünyanın büyük kısmı enerjiden daha da yoksun kalacak.

Enerji krizini sadece üretimle sınırlı görmüyorum. Asıl mesele, tüketim yapımızda. Biz enerjiye bağımlı değiliz; yüksek tüketim modeline bağımlıyız. Bugünkü şehirler, ulaşım sistemleri, gıda zincirleri; hepsi “sürekli büyüme” ilkesine göre inşa edildi. Bu yapı içinde neyi değiştirirsen değiştir, sonuca ulaşamazsın.

Mesela elektrikli arabalar… Ne değişti? Araba hâlâ var, trafik hâlâ var, altyapı hâlâ aynı. Sadece egzoslar yerine batarya takıldı. Halbuki esas mesele, bu kadar arabaya gerçekten ihtiyaç olup olmadığı. Cevap açık: Bu model sürdürülemez.

Teknolojiyi ilerlemenin eşanlamlısı gibi görüyoruz ama bu da sorgulanmalı. Son 50 yılda teknolojik olarak büyük sıçramalar yaşadık, ama aynı dönemde kaynak tüketimi ve çevresel yıkım katlanarak arttı. Çünkü teknoloji verimliliği artırsa bile, toplam talebi dizginleyemiyor. Buna Jevons Paradoksu deniyor: Daha verimli sistemler daha çok tüketimi teşvik ediyor.

Yani enerji verimli motor üretmek, daha çok arabanın üretilmesini sağlıyor. Bu kısır döngü, bizi daha verimli bir çöküşe değil, daha organize bir felakete götürüyor.

Bana göre artık asıl soru şudur: Fosil yakıtlar tükendiği için mi uygarlık çökecek, yoksa uygarlığın yapısı bizzat bu tükenişi mi hızlandırıyor?

Bugünkü yapı “enerji fazlası” üzerine kurulu. Bu fazlalık bitiyor. Artık enerji bolluğu değil, enerji kıtlığı üzerinden düşünmek zorundayız. Ve bu, yalnızca enerji politikası değil; ekonomi, şehircilik, tarım, ulaştırma, kültür, hatta etik gibi tüm alanlarda köklü bir yeniden yapılanma demek.

Bu süreci doğal bir geçiş olarak görmek saflık olur. Hayır, bu bir geçiş değil; bu bir sistem daralması. Ve bu daralmayı anlamadan yapılacak her reform sadece krizi erteleyecek.

Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü?

Evet, ama ancak bugünkü yaşam tarzının kutsallığını terk edersek. Artık daha az tüketmeyi, daha yerel üretmeyi, daha sade yaşamayı, teknolojiyi amaç değil araç olarak kullanmayı öğrenmek zorundayız.

Bu kolay olmayacak. Ama belki de ilk kez medeniyet olarak “büyümeyi bırakmanın erdemini” keşfedeceğiz. Çünkü petrol çağının sonu, aynı zamanda insanın kendisiyle yüzleşmesinin de başlangıcı olabilir.

Bu yeni yapı aynı zamanda bir yıldır hazirlamaya uğraştığım harmonik kapital kitabımın da ana fikrini oluşturuyor. 


27 Haziran 2025 Cuma

Post-İdeoloji Çağında Hayatta Kalmak: Küresel Felaket Rejimi ve Türkiye

“Bugünün dünyasında seçimler, nihai bir anlamda değil, ama neredeyse her zaman yanlış tercihtir; çünkü sistemin sunduğu ikilikler, bizi gerçek özgürlüğün dışında seçim yapmaya zorlar.”

– Slavoj Žižek, Uyanmak İçin Çok Geç

Slavoj Žižek’in kitabı bir uyarı değil, bir geç uyanışın siren sesleri. Son dönemde okuduğum en çarpıcı eserlerden biri oldu ve bunu sizlerle benim bakış açımdan kitaptaki olgular üzerinden paylasmak istedim, ülkemize ve sizlere ışık tutsun...

“Uyanmak için çok geç” cümlesi, bir felaketin eşiğinde olmadığımızı, felaketin ta kendisinin içinde yaşadığımızı ilan ediyor. Artık önümüzde duran şey geleceğe dair bir tehlike değil; içinde bulunduğumuz şimdinin yapısal çöküşüdür.

Kapitalizm; ekonomik eşitsizlikleri, ekolojik yıkımı ve dijital tahakkümü kendi mantığı içinde çözemez. Çünkü bu sorunlar, sistemin “anomalisi” değil, ta kendisidir. Gıda krizleri, iklim felaketleri, göçmen akımları, dijital gözetim teknolojileri, kimlik siyasetlerinin parçalanmışlığı… Bunların hepsi geç kapitalizmin “normalliği” haline gelmiştir. Artık olan biteni kriz olarak adlandırmak bile kriz kavramını yetersiz kılar. Kriz istisna değil, yapıdır.

Žižek’in kavramsallaştırdığı “yeni ideoloji”, neoliberalizmin duygusal boşlukla birleştirdiği bir tür post-truth evrenidir. Burada gerçek, yalnızca duygularla çarpıtılan bir tema haline gelir. Dünya, ulus-devletler, sınıflar, insanlar bir “gerçeklik tiyatrosunda” kendilerini oynarken, sistemin görünmeyen elleri yani algoritmalar, finansal ağlar, veri devleri sahneyi çoktan yeniden kurmuştur.

Dolayısıyla çözüm de eski dünyanın kavramlarıyla değil, radikal bir kopuşla mümkündür. Žižek’in önerdiği şey, ütopyacı bir fantezi değil, gerçeklikteki fantazmanın fark edilmesidir. Ancak fantazmanın çöküşüyle birlikte hakikatle yüzleşebiliriz. Çünkü şu an yaşadığımız dünyada, gözlerimizi açmamız bile yetmiyor nitekim çok geç. Uyandık ve felaketin içinde olduğumuzu gördük. Peki şimdi ne yapacağız?

Türkiye, bu yapısal çöküşün merkez ülkesi olmasa da, onun periferisinde tüm etkileri bünyesinde taşıyan bir eşik ülke. Yani bir anlamda yıkımın ara yüzü. Žižek'in dilini kullanırsak,  bugün ülkemiz hem post-demokratik bir geçiş alanı, hem de neoliberal otoriterliğin test laboratuvarı işlevi görüyor.

Ekonomi artık gerçek üretimden değil, borçla yaratılan bir fetiş üzerinden ilerliyor. İnşa edilen şehirler, kredilerle dönen hayatlar ve varlık fonları üzerinden pompalanan büyüme illüzyonu; aslında sistemin gerçekliğe değil, bir tür "kolektif simülakr"a bağlı olduğunu gösteriyor.

İnsanlar artık maaşlarına değil, kredi kartlarına, sosyal güvencelere değil, borsa söylentilerine güveniyor. Bu, Türkiye'yi hayal satıcılığına endeksli bir ekonomi haline getirdi. Ancak bu hayal uzun süreli değil. Çünkü borç döngüsü artık kendi ağırlığını taşıyamıyor. Bu, Žižek’in "ölü ama hâlâ yürüyen sistem" benzetmesini andırıyor. Kapitalizm çökmüş durumda ama hâlâ işliyor gibi görünerek insanları canlı tutuyor.

Türkiye'de ideolojik çatışmalar da tıpkı dünya sistemindeki gibi "gerçeği değil duyguyu" merkeze alıyor. Sağ ve sol değil; inanan ve ötekiler, yerliler ve hainler, milliler ve gayrimilliler gibi yapay ikilikler üzerinden bir toplumsal simülasyon kuruluyor. Bu sahte karşıtlıklar, toplumun gerçek ekonomik sorunlarla yüzleşmesini engelliyor.

Medya, yargı, eğitim gibi tüm kurumlar bu simülasyonu sürekli yeniden üretirken, insanlar ideolojinin farkına varmadan onun içinde şekil alıyorlar. Žižek'in Lacancı kavramsallaştırmasıyla söyleyelim: Arzunun nesnesi olarak 'ulusal birlik', özne için boş bir gösterene dönüşmüştür. Herkes o 'birlik' uğruna ötekini yok sayarken, özne bir tür yoklukta varlık bulmaya çalışır.

Türkiye’nin en derin ideolojik refleksi, "ne yapalım, dayanacağız" cümlesinde somutlaşır. Bu, aslında bir ideolojik teslimiyet biçimidir. İnsanlar felaketi kabullenerek, ona karşı koyacak politik tahayyülleri terk ediyor. Žižek’in deyişiyle: “En büyük şiddet, insanlara başka bir alternatifin mümkün olmadığını düşündürtmektir.”

Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey, bir sistem içi reform değil, gerçekliğin yeniden inşasıdır. Yeni bir ekonomik model, yeni bir siyasal tahayyül, yeni bir toplumsal ahlak... Ama hepsinden önce, kolektif uyanışın kendisi. Ve evet, belki uyanmak için çok geç ama başka bir şey yapmak için hâlâ çok erken.

Žižek’in karamsarlığı, yüzeyde bir felaket tellallığı gibi görünse de, aslında radikal bir dürüstlükten doğar. O, felaketin adını koyarak, ondan kaçmamamızı salık verir. Türkiye için de geçerli olan budur: Sorunlarımızı büyütmek değil, onları yeterince büyütmek zorundayız ki çözüm alanına geçebilelim.

Bugün elimizde bir ütopya yok ama elimizde bir distopya var. Bu distopyanın tanınması, onu aşmanın ilk adımı olabilir. Uyanmak için çok geç olabilir, ama ayakta kalmak için hâlâ bir şans var. O şans, gerçekle yüzleşme cesaretinde gizlidir...